8 Ekim 2011 Cumartesi

Bir dünya görüşü olarak tevhid


Tevhid gerçeği, bütün bir hayata, bütün bir kainata özgün bir bakış, çelişkisiz bir yorumlama biçimidir. Alemşümul olan tevhid gerçeği, hiç şüphesiz ki müslümanların dünya görüşünü de belirleyen bir gerçektir.
Müslümanların dünya hakkındaki sosyal, siyasi, eko­nomik ve iktisadi görüşleri, aynı tevhid gerçeğinden kaynaklanan görüşlerdir.
Tevhidin idrakine varan muvahhid bir müslüman, fa­lanca meseleye böyle, filanca meseleye şöyle bakmaz. Tevhidi bir bakış, bütün bir kainata aynı özden, aynı ger­çeklikten bakmaktır.
Beşeri dünya görüşlerinde ise kapsamlı bir birlik, çe­lişkisiz bir bütünlük kesinlikle yoktur. Genellikle belli sınıfların veya belli zümrelerin istek ve eğilimlerine göre şekil alan, emperyalistlerin menfaatlerine göre tanımlanan beşe­ri dünya görüşleri, kendi içlerinde dahi çelişen görüşlerdir.
Nitekim bu gibi dünya görüşlerinin sık sık tadilattan veya restoreden geçirilmesi fakat yine de belli bir müddet sonra iflas etmesi, dünya ve insan realitesiyle ne derece uyumlu (!) olduğunu göstermektedir.
İdeolojik düzlemdeki bu çelişkiler, bilimsel düzlemde de pek farklı değildir. Mesela izafiyet teorisine göre günümüzdeki gerçekler görece olup, kişilere veya Ölçüde ve ta­nımlamada merkez kabul edilen şeylere göre değişmekte­dir. Tabi ki kişilere veya odaklara göre değişebilen bu gerçekler, beşeri gerçekler olup, bu gerçeklerde birlik ve mutlakhk yoktur.
Tevhidi gerçeklikte ise böylesi ikilemler, böylesi çeliş­kiler söz konusu değildir. Herhangi bir şeyin gerçekliği bize, size veya onlara göre değişebilir. Ne var ki biz yara­tılmışların gözlemine ve tanımlamasına göre değişebilen görece gerçekler, herşeyi hakkiyle bilen Yaratıcının tanım­lamasında 'mutlak gerçek' vasfını almaktadır. Mesela za­man mefhumu, insanlara göre izafi olan bir mefhumdur. İnsanların buîundukîan mekana ve hareket hızlarına göre değişebileceği ileri sürülür. Bize göre izafi veya görece olan ve niceliği değişebilen zaman mefhumu, Rabbirnizin tanımlamasında nicesel bir mutlakiık kazanmaktadır.,
Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va'dine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.[17]
İşte Rabbimizin beyan ettiği bu gerçek, mutlak bir gerçektir. Bu gerçeğe veya bu tanıma "Görecedir ve deği­şebilir" diyemeyiz. Çünkü bu tanım, zamanı yaratan Al­lah'ın, zamanı tanımlamasıdır. Netice olarak İlahi olan bütün meselelere, mutlak olan İlahi gerçeklikle bakılması ge­rekir. Mesela Kur'an'ı Kerim'de hesap günü denilirken, tek bir günden bahsedilmektedir. Bu hesap gününü, bize göre yirmidört saat olan bir gün gibi zannedersek, bu zan İlahi gerçeğe uygun olmaz. Çünkü zaman konusundaki mutlak gerçek, insanlar için görece olan tanımlamalar değil, Rab­bimizin tanımladığı gerçektir. Nitekim hesap gününde, bü­tün insanlar tarafından bu mutlak gerçek kabul ve tasdik edilecektir.,
Gündüzün bir saatinden başka hiç Ömür sürmemişler gibi onlan bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar.[18]
Kıyamet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkarlar, tek bir saatin dışında (dünya hayatı) yaşamadıklarına and içer­ler.[19]
Bu konudaki ayet-i kerimelere dikkat edilirse, dünya yaşantısının süresiyle ilgili olarak verilen bütün cevaplarda kişilere göre değişebilen bir görecelik değil, genel bir or­taklık vardır.
"Bir saat veya bir saatten daha az."
Dünyada sadece bir saat veya bir saatten daha az ya­şadıklarını yemin ederek söyleyen bu insanlar, zaman konusundaki mutlak gerçeği kavrayan ve bu mutlak gerçeğe göre cevap veren insanlardır. Tabi ki onlar dünya yaşantı­sıyla ilgili bu zaman gerçeğini hesap gününde anlamalanna rağmen, muvahhid bir müslüman bu gerçeği dünyada kavrayan ve gerçek zamana göre bir saatlik gördüğü dün­ya yaşantısına bu bilinçle yaklaşan bir insandır.
Elbetteki sadece bu meselede değil, diğer bütün me­selelerde de muvahhid bir müslümanın yönelişi böyledir. Alemleri yaratan Allah(c.c.)'ın bildirdiği bütün gerçekleri, mutlak gerçekler kabul eden muvahhid bir müslüman, kai­nata ve bütün yaratılmışlara çelişkisiz olan bu gerçeklikten bakar. İlahi gerçeklere beşeri yama yapmaktan sakındığı gibi, İlahi olan bütün değerlere beşeri tanımlamalar getir­mekten de sakınır.
Muvahhid bir müslüman, alemşümul bir merkezden, alemlere bakan ve bütün gördüklerini, İlahi ve mutlak olan gerçeklere göre tanımlayan, bu gerçeklere göre yorumla­yan bir müslümandır.
Çünkü tevhidin gereği budur.
Tevhid, yegane yaratıcı olan Allah'ı zatında, sıfatla­rında ve fiillerinde birlemek, yaratılmışlara ise bütün bunlan yaratan Yaratıcının mutlak değerleriyle bakmaktır. Bu aydınlık bakış hem ferdi düzlemde ve hem de toplumsal düzlemde geçerlidir.
Netice olarak tevhidi dünya görüşü demek, dünyayı ve dünyanın içindekileri, bütün bunlan yaratan Allah (c.c.)'ın beyan ettiği gerçekler istikametinde bakmak, bu gerçeklere göre tanımlamak demektir.


       TEVHİDİ DAVET

"Türkiye'de din adına davet yapılıyor mu?" desek, bu soru birçoklarımızın tuhafına gidecektir. Çünkü yaşadığı­mız coğrafyada din adına birbiriyle çelişen birçok davetler­de bulunulmaktadır. Zaten halk kitlelerinin din gerçeğine karşı çelişkili anlayışlara sürüklenmesi, din adına yapılan bu davetlerden kaynaklanmaktadır.
Bu çelişkiler nasıl giderilecek, davette tevhid veya bütünlük nasıl sağlanacaktır? Tevhidi davet metoduyla ilgili olan bu sorulara, şimdi­lik iki başlıkta ve kısaca açıklık getirmeye çalışacağız.

Tevhidi Davette Açıldık Ve Anlaşılabilirlik
 

Yaşadığımız toplumda İslami davet metoduyla ilgili olarak imani meseleler üzerinde duran ve "Topluma Allah 'in varlığını anlatmalıyız" diyen kimseler bulunmaktadır. Sa­mimi olduklarına hüsnüzan ettiğimiz bu kimseler, tabiat olaylan ve yaratılışla ilgili meseleler üzerinde durarak "İlla Allah (Allah vardır)" tebliğini değişik boyutlardan yapmaya çalışmaktadırlar. Oysa ki bu gibi meseleler tevhidi teğlibin sadece bir cüzünü, bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu bö­lüm, tevhidi tebliğden ayrı olmadığı gibi, tevhidi tebliğ sa­dece bu bölümden de ibaret değildir.
Nitekim herhangi bir insan yaratılışla ilgili bazı olay-lan görerek ve tefekkür ederek; "Allah vardır" dese, sade­ce bu ikrar ve bu inanç o insanı müslüman yapmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi müşrikler de yaratıcı olarak Allah'a inanmaktalar ve; 'Allah vardır" demektedirler. Müş­rik, Allah'a inanmasına rağmen Aliah'a eş koşan insandır.' Allah'a eş koşan bu insanın Allah'ın varlığına.olan imanı ister taklidi iman, ister tahkiki iman olsun bu insan müş­riktir ve İslam dairesinde değildir. Böyle bir insana "İlla Allah" tebliğinin değişik boyutlardan yapılması, o insanı İs­lam dairesine dahil etmeyecektir.
Tağutu ve tağuti görüşleri inkar ettirmeden, insanları Allah'ın varlığına iman ettirmeye çalışan ve bununla yeti­nen kimseler, açık bir şaşkınlık içindedirler. Böylesi davet­lerle karşılaşan ve bu davetleri kabul eden kimseler, ne ya­zık ki "Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan" kimselerdir. Nitekim tağuti sistemlerin böylesi davetlerden herhangi bir rahatsızlık duymamaları, hatta bu gibi davetleri ve davetçi-leri desteklemeleri bu nedenledir. Çünkü bu gibi davetler­de sadece Allah'ın varlığı anlatılmakta, insanları sömüren firavuniann sahte Hanlığına dil uzatılmamaktadır.
Zaten tağutlann ve müşriklerin istediği de bu değil midir?
Mekke müşriklerinin, Resulullah (s.a.v.)'e; "Senden sadece bizim ilahlanmıza dil uzatmamanı istiyoruz" şeklin­de bir uzlaşma teklifi götürmelerinin nedeni, aynı şeytani beklenti değil midir?
Resulullah (s.a.v.) tarafından reddedilen bu teklif, aca­ba sözü edilen çalışmalara yön veren ve kendilerine alim denilen bazı kimseler, bazı şaşkınla!, bazı sapıklar tarafın­dan kabul mü edilmiştir? Oysa Kur'an'ı Kerim'de peygam­berlerin neden gönderildiği zikredilerek, peygamber varisi olan alimlere, takip edecekleri yol açıkça beyan edilmekte­dir.,
Andobun, biz her ümmete; Allah'a kulluk edin ve ta­ğuta (Allah'tan başka her şeye) kulluktan kaçının (demesi için) bir peygamber gönderdik[20]
Nitekim kelime-i tevhid "La İlahe" ile başlamakta, ta­ğutu red ve inkar ederek temizlenen kalbe "İlla Allah" ger­çeği sunulmaktadır.
Tevhidi tebliğ, bu esaslardan kaynaklanan ve bu esaslara göre şekillenen tebliğdir. Tevhidi tebliğin günde­me gelmediği toplumlarda kimlerin müslüman, kimlerin kafir oldukları kesinlik kazanmış değildir. Çünkü müslü-manlık veya kafirlik gibi sıfatlar, hak tebliğe muhatap olan insanların, bu tebliğe karşı gösterdikleri ve gösterecekleri tavrın bir neticesi olarak o insanlara verilmektedir.
Müslüman, karşılaştığı hak tebliği kabul eden ve bu hakka teslim olan insandır. Kafir ise, hak tebliğle karşılaş­masına rağmen bu hakkı örten, bu hakkı gizleyen ve bu hakkı inkar eden insandır. Tevil ve tahrif edilmiş gayri İsla-mi tebliğle karşılaşan insanlar, bu tebliği kabul etmekle İs­lam'a göre müslüman olmayacakları gibi, bu tebliği red­detmekle de İslam'a göre kafir olmazlar. Her iki durumda da gayrimüslimdirler. Kafir kabul edilip tekfir edilmeleri veya müslüman kabul edilip cennetle müjdelenmeleri caiz değildir.
Bizlerden istenilen ve bizlere emredilen yükümlülük, bu insanları tevhidi tebiiğ ile yüzyüze getirmemizdir. Politi­ka veya din adına hergün değişik şeytani tebliğlere muha­tap olan insanlar, tevhid gerçeğine, tevhidi tebliğe muhtaç olan insanlardır.
Bu tebliğin açık, apaçık yapılması gerekmektedir. Henüz alfabeyi bilmeyen insanlara B harfini anlatmak için, "A harfinden sonradır, C harfinden öncedir.." gibi dolaylı yollara başvurmak, bu insanlar için kesinlikle yeterli olmayacaktır. Tevhidi gerçeklerin hem kavram ve hem de pratik düzlemde müşahhaslaşması gerekmektedir. Mesela "İlah" kavramını ve yaşadığı toplumda kendisine hangi mercilerin ilahhk tasladığını bilmeyen bir insan, kelime-i tevhidin gereği olarak neleri tasdik edip, neleri reddedece­ğini nasıl bilecektir?
Bunlar açıklanmadan tevhidi bir davette açıklık ve anlaşılabilirlik nasıl sağlanacaktır?
Oysa İslam,
kelime-i tevhid, kelime-i şahadet ile başlamaktadır.. Günümüz insanlarına bu gerçeklerin açık, apaçık bir şekil­de anlatılması gerekmektedir.

İslam'ın İlk Şartı Olarak Kelime-İ Tevhid
 

Herhangi bir insanın İslam dinine girmesi için keli­me-i şahadet esas alınmıştır. Bir insanın müslüman olması için "La ilahe İlla Allah Muhammedun Resulullah" buyru­ğunu anlamıyla beraber, anlamıyla beraber, anlamıyla beraber tasdik ve ikrar etmesi gerekmektedir.
Anlamıyla beraber ifadesini tekrar etmemin nedeni, bu anlamın birçok yerde, birçok tebliğde gözardı edime sindendir. Halkında müslüman olan birçok ülkede kelime-i şahadet, ifadesi malum, manası meçhul durumdadır. Her gün yüzlerce kez kelime-i şahadet getiren binlerce insan dahi, bu ifadenin yüce anlamından ne yazık ki uzaktırlar.
"Allah'tan başka İlah yoktur ancak Allah vardır ve Muhammed (s.a.v.) Allah'ın Resulüdür" ifadesi ne demek­tir?
Bu ifadeyi tasdik eden kimseler, neyi tasdik etmekte­dirler?
Kelime-i şahadette "La ilahe" yani "(Allah'tan başka) İlah yoktur" ifadesine neden gerek duyulmuştur? 
Neden sadece; "Allah vardır ve Muhammed(s.a.v.) Alİah 'in Resulüdür" denilmemiştir?.
Allah'tan başka İlah var mıdır ki, şanı yüce Rabbimiz Allah (c.c.) bizleri "La ilahe" (Allah'tan başka İlah.yoktur) buyruğuna davet etmektedir?
Allah'tan başka İlah olmadığına,
Allah'tan başka İlah olamayacağına göre "La ilahe buyruğunu tasdik ve ikrar etmemiz neden emredilmiştir?. İşte bu sorulann cevabını aramamız, bizleri kelime-i şaha­detin yüce anlamına götürecektir.
Bütün kainatta, bütün alemlerde Allah'tan başka İlah yoktur gerçeğine rağmen, yaşadığımız dünyada tahakküm ettikleri insanlara ilahhk taslayan, kendilerini ilahlaştırmaya çalışan firavunlar bulunmaktadır. Nitekim kelime-i şahadet­teki "La ilahe" buyruğu ile gerçekten İlah olanlar değil, kendilerini ilahlaştırmaya çalışan bu müstekr-Tİer, bu tağutlar inkar edilecektir.
Peki, bir mahluğun ilahlaşmaya çalışması veya insan­lara ilahhk taslaması ne demektir?
Milyonlarca insanın kabul ve tasdik ettiği gibi herşeyi Allah (c.c.) yaratmıştır. İnsanları yaratan Allah (c.c), insan­ları dünya yaşantısında kendi zatından habersiz bırakma­mış ve bu insanlara peygamberler göndererek nasıİ ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini kendilerine bildirmiştir. Bildi­rilen bu hükümlerle insanlara bir yol, bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi ve en özlü ifadesiyle bir din sunulmakta­dır. Allah'ın razı olacağı dini, yani İslam'ı yaşayan toplum­larda, Allah'ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hü­kümlerden muaf tutulan ayrıcalıklı veya dokunulmaz bir sınıf yoktur.
Peki bu durumdan herkes memnun mudur?
Elbetteki değildir!.
İnsanları ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirier bu durumdan hiç memnun değillerdir. Çünkü İlahi hükümlere göre insanlan ezmeleri, insanları sömürmeleri müm­kün değildir. Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlahi hükümleri tevü ve tahrif et­mek ve yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni kanunlar çıkarmaktır.
Allah'ın hükümlerine rağmen yaşam şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni kanunlar çıkarmak ne demektir?
Allah (c.c.) böyle bir yetkiyi kime vermiştir?
Okuduğu Kur'an'ı Kerim'i anlamaya çalışan herkesin bildiği gibi, Allah (c.c) böyle bir yetkiyi peygamberlerine dahi vermemiştir. Çünkü insanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklanna dair mutlak hükümler vazetme yetkisi sade­ce ve sadece Allah (c.c.)'a,,aittlr. Hiçbir insana verilmeyen bu yetki, hiçbir insana tanınmayan bu hak, sadece ve sa­dece Allah'ın hakkıdır. Daha açık bir ifadeyle böyle bir yetki veya böyle bir hak, İlah olmakla ilgili bir hak olup, yegane İlah olan Alİah (c.c.)'ın hakkıdır.
İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşayacakîanna dair hü­küm vazetme meselesi, İlah olmakla ilgili bir mesele ise, bilerek veya bilmeyerek insanları aldatan din adamla­rına
ve aldatılan bütün şaşkınlara soruyoruz., İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşamalan gerektiğini beyan eden Allah'ın hükümlerine rağmen, kendi çıkar ve menfaatlerine uygun şeytani hükümler vazeden, Allah'ın helal dediğine haram, haram dediğine helal diyen bu fira­vunlar kimdir?
İnsanların nasıl ve ne şekil yaşayacakîanna dair hü­küm vazetme meselesi, İlah'hkla iigili bir mesele olduğuna göre bunlar İlah mıdır?
Bağırsaklarında pislik taşıyan bu mahluklar, elbetteki İlah değildir. Ne var ki İlah olmayan bu firavunlar, İlahlıkla ilgili meselelerde hüküm vazederek ilahlaşmaya çalışmak­talar ve tahakküm ettikleri insanlara ilahlık taslamaktadır­lar.
İşte ilahlaşmaya çalışmak veya insanlara İlahlık tasla­mak budur. Bu anlaşıldığı zaman, "La ilahe (Allah 'tan baş­ka İlah yoktur)" hükmünün vazedilme nedeni ve hikmeti daha iyi anlaşılacaktır.
Bizleri bu hükme davet eden Rabbimiz, bizlere bu hükmün gerektirdiği tavrı emretmektedir. Bu hükmün ge­reği ise ilahlaşmaya çalışan, insanlara ilahlık taslayan fira­vunların red ve inkar edilmesidir. Kelime-i şahadette yer alan "La ilahe" buyruğu bunu gerektirmektedir.
Herhangi bir insanın İslam dinine girebilmesi için; kendisine ilahlık taslayan bütün firavunları,
ilahlaştmlmaya çalışan bütün putları.. "La ilahe" buy­ruğu ile inkar etmesi, bu inkardan sonra "İlla Allah" diye­rek alemlerin yegane yaratıcısı olan Allah (c.c.)'a yönelme­si ve 'Muhammedun Resulullah' buyruğu ile Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'i Resulullah olarak, bir önder ve bir örnek olarak kabul ettiğini ikrar etmesi gerekmekte­dir.
Kelime-i şahadetin manasını bilmeden, bunun gerek­tirdiği tavm idrak etmeden, bu kelimeyi telaffuz eden her­kesi müslüman kabul edebilmemiz mümkün değildir. Çün­kü günümüzde yaşayan birçok firavun bile kelime-i şahadeti telaffuz etmekte ve müslüman olduklarını ileri sürmektedirler.
Kelime-i şahadeti telaffuz etmelerine rağmen firavun-laşan ve firavunlara kulluk yapan kimseler müslüman değildirler. Bu kimseler namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, hacca da gitseler ne yazık ki müşriktirler. Çünkü kelime-i şahadet sihirli bir söz veya büyülü bir kelime değildir ki, bu sözü söyleyen kimseyi kendiliğinden mü'min yapabil­sin!. Oysa büyüden ve sihirden münezzeh olan kelime-i şahadetin; insanların inançlarına, yaşantılarına, fiillerine müdahale eden yüce bir anlamı vardır. Netice olarak keli­me-i şahadeti bu yüce anlamıyla kabul ve tasdik eden bir insan, kurtuluş yolcusu bir müslüman olabilmektedir.
Tevhidi davet, bu istikamette ve bu anlamda yapılan bir davettir. Davetin Özü, birliğe ve bütünlüğe dayanmaktadır. Allah'tan başka mercilere yapılan davet, kime yapı­lırsa yapılsın tevhidi bir davet değildir. İnsanlann kulluk ba­zında davet edildikleri merci ister bir politikacı, ister salih veya sapık bir şeyh olsun, böyle bir davet İslami değildir.
Çünkü İslam'a göre Resulullah (s.a.v.) dahi, insanlar, ken­disine davet etmekten nehyedilmiş ve böylesi davetlerin şirk olduğu beyan edilmiştir.
Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma. (Kassas 87)
Mehmed Alagaş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder